Gelişim Kartları

🌱 Yüklediğimiz Anlamlar

Yazı Boyutu:

Kart Yorumu

Her olaya bir anlam yüklüyoruz. “Mutluluk”, “mutsuzluk” diye bakıp yüklediğimiz bir anlam var. Oysa mutluluğun başlıca nedeni durumun kendisi değil, sizin onunla ilgili düşüncelerinizdir. Sizin yüklediğiniz anlamdır. Sizi biri üzüyor ama o üzülmüyor. Sizin için üzüntü ama onun için değil... Ya da biri bir şeye sahip oluyor, siz bundan mutlu oluyorsunuz. Yani mutluluk veya mutsuzluğun nedeni olay değil, düşündükleriniz. Durum daima tarafsızdır, olduğu gibidir. Mutluluğun başlıca nedeni asla durum değil, sizin onunla ilgili düşüncelerinizdir. Herkes bir şeye anlam yüklüyor. Yüklediği anlamda kendi kendini ya yoruyor, ya yavaşlatıyor, ya da hızlandırıyor. Üniversiteye kayıt sürecimde, ben her adımda bir olumsuzluk yakalarken, annem ise motivasyonu yüksek tutmaya ve olumlu bir yön bulmaya çalışıyordu. Olay aynı olaydı, ama yüklediğimiz anlamlar farklıydı. Örneğin bir tatile gidiyorsunuz. Siz “Harika bir tatildi!” derken eşiniz “Hiç keyif almadım!” diyor. Ya da restorana gidiyorsunuz, masadakilerin bazıları “Harika yemekler!” yorumunu yaparken, bazıları “Hiç beğenmedim bu yemekleri!” diyor. Oysa tatil aynı tatil, yemekler de aynı yemekler. Kısaca tatil de yemek de nötr. Ona olumlu ya da olumsuz anlamı yükleyen, insanın kendisi. Bunu fark ettiğimde, artık kabullendim: “Ben ne yaparsam yapayım, herkes farklı bir şey düşünecek...” Bu nedenle herkesi mutlu etmeye çalışmaktan vazgeçtim. Mutlu olmak isteyen kişi zaten mutlu olmayı becerir. İkide bir onu gıdıklayıp, “Hadi yüzün gülsün!” diye dürtüyorsam, ortada bir sorun var demektir. “Niye sürekli ben onu motive etmek zorundayım? Ben yanında olamazsam ne olacak?” Her daim bir insanın yanında olamazsınız. Artık fikrimi ve davranışlarımı değiştirdim. İnsanları bir kez motive ederim ve bakarım, kim hareket etmiyor? Harekete geçemeyenlere bir motivasyon daha yapıyorum ama yine hareket yoksa bırakıyorum bulunduğu yerde kalsın. Demek ki onun da bu sistem içinde yeri, orada oturmak. Siz bu dünyaya sadece yerinden kıpırdamayanı kıpırdatıp harekete geçirmek için mi geldiniz? Bir keresinde bir kişiye, “Sana harcadığım emekle bin kişiye yardımcı olurdum!” dedim çünkü ne yapsam, kendisine yardımcı olmak istemiyor, benim dışarıdan zorlamamla da olmuyordu. Sizin hayatınızda da olmuştur bu. Bir kişi için harcadığınız emekle belki bin kişiye yardımcı olma imkânınız olur. Fakat ben bunu beş yüzüncü denemede anladım. Karşıdaki kişinin gönlü yoksa hiçbir şey yapamaz, zorla kafasına sokamazsınız. Gönlü olan yerinden kalkmayı bilir. Karnınız açsa, karnınızı doyurmaya gönlünüz varsa mutfağa gidersiniz. Her insanın açılım zamanı farklıdır. Her tohumun filizlenme süresi farklıdır. İnsanlar da böyledir: Kimi üç ayda yeşerir, kimi yıllar sürer. Dört beş asistanım vardı; hepsine aynı emeği gösterdim. Bir tanesi anında, bir tanesi birkaç ay sonra, bir tanesi birkaç yıl sonra parladı. Fakat harcadığım emek hepsi için aynıydı. Beş çocuğunuz olabilir. Bunlardan biri hayatı kavrayıp dört kardeşine yardım ediyor, diğer dördü farkında bile değil belki... Fakat bakıyorsunuz, yirmi sene sonra o dört kişi dönüyor, o en büyük olanın sorumluluğunu alıyor. Demek ki herkesin aslında bir nöbet saati, olma saati, yapma saati var. Her insanın bir tepkime süresi olduğunu, standart bir insan tipi olmadığını kabullenin. Bir kişi bir fikri kafasına takınca hemen yapar, kimi bir hafta sonra kimi bir ay sonra yapar. Kimi de hiç yapmaz. Birine çok iyi bir teklif sunduğunuzda hâlâ daha kıpırdamıyorsa, zorla yardım etme imkânınız yoktur. Ortak değer yargılarımız olduğu gibi herkesin kendi değer yargıları da vardır. Herkesin içinde ince ayarları var. Benim ortanca ve küçük kardeşim canım olmalarına rağmen bakış açıları, tepkime süreleri farklıdır. Biri hemen yapmak ister biri sonraya bırakmak. Sonuçta ikisi de yapar. Bunu fark edince insanları kıyaslamamaya başladım. Eskiden kıyaslıyordum. “Onu aradım iki günde yaptı, bunu aradım hâlâ yapmadı!” diye söyleniyor, kendi moralimi bozup kendimi mutsuz ediyordum. Artık kıyaslamıyorum. Herkesin farklı ayarları olduğunu kabullendim. Siz de kabullenin. Birlikte iş yapmak, ürütmek istediğiniz insanları kendi kafanıza göre yönlendirmeye çalışmak yerine, tanıyıp performanslarını öğrenmeye çalışmalısınız. Bu sizin daha iyi planlama ve daha sorunsuz üretim yapabilmenize yardımcı olacaktır. Eskiden, bir ekiple çalışırken bile bütün işi, güvendiğim tek bir kişiye veriyordum. “Nasıl olsa, hepsini o halleder...” diye düşünüyordum. Çeşitli olaylar, bunun yanlış olduğunu gösterdi. Performansları tanıdıkça işi bölüştürmeye başladım. Bölüştürdükçe iş çoğaldı, büyümeye başladı. Düşünün, evde bütün işi siz yapıyorsunuz, diğer dört kişi tatil yapıyor. Nefsiniz bir gün buna dur demeyecek mi? Bunun bir de bütün işi üstüne alma versiyonu vardı. Bazı konularda, “Varsın her şeyi ben yapayım, dört dörtlük olsun. Bunlara bırakmayıp ben yapayım ki sonra başım ağrımasın...” diye düşünürdüm. Bunu yapmak yirmili yaşlarda pek sorun olmaz. Otuzlu yaşlarda da yine bir şekilde yaparsınız çünkü henüz metabolizmanız yorgunluk sinyalleri vermeye başlamamıştır ama kırklı yaşlarda yataktan zor kalkmaya başladıysanız, ellili yaşlarda filan artık çok zorlanırsınız. Bir de şunu fark ettim ki çok önemliydi: Eğer ben hepsinin yükünü alırsam, taşırsam, sorumluluklarını ben üzerime alırsam, bu insanların tekâmül süreci nasıl işleyecek? Ben onların yerine sınavlarını yüklenirsem, nasıl tekâmül edecekler? Yani aslında onların yükünü, sorumluluğunu kendi üstüme alarak, tekâmül etmelerinin de önüne geçiyordum. Oysa çocuğunuzun, eşinizin, arkadaşınızın ya da daha uzak birinin kendi deneyimlerini yaşayıp kendisinin bir şeyler öğrenmesi gerekiyor ki tekâmül edebilsin. Düşünün ki varlıklı bir anne baba var ve çocuklarının her istediğini yapıyor, çocuk hiçbir şey için çaba göstermek zorunda kalmıyor, her şey önüne hazır geliyor. Bu yüzden de hiçbir deneyim sahibi olamıyor. Bir de annesi veya babası zor durumda bir çocuk düşünün. Hasta veya yoksul. Çocuk, genç yaşta kendi yanında ebeveynleri için de emek sarf etmek, onların sorumluluğunu da almak zorunda kalıyor. Çalışıp çabalayarak kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılıyor. Bu iki çocuktan hangisi şanslıdır? İlk bakışta varlıklı ailedeki çocuğun şanslı olduğu düşünülse de aslında şanslı olan ikincisidir çünkü ilkinin hiçbir deneyimi yok. Hayatta hiçbir şeyden haberi yok ve bir gün anne babası önüne her şeyi hazır getirmediğinde, sudan çıkmış balığa dönecek... Ya ani aşırı yüklenmeyle freni patlayacak ya da büyük bir gerginlik altında çökecek. Bazen Rabb’ime, “Allahım, beni iyi ki zengin bir ailede dünyaya getirmedin...”diyorum. Henüz altı yaşındayken ayakkabıcıda çalışmaya başladım. Yazları, ayakkabıları rafa diziyordum. On iki yaşında 50 kiloydum ve 50 kiloluk çimento torbaları taşıyordum inşaatta ve okul harçlığımı çıkarıyordum. Yabancı insanlar değillerdi yanında çalıştığım kişiler. Dayım, amcam gibi akrabalarımdı. Annem ve babam onların yanında çalışarak hayatı erken yaşta öğrenmemi, hiç olmazsa alınterinin kıymetini anlamamı istiyordu. Bu yüzden çok iyi hissediyorum kendimi. Şu an bir iş geldiğinde “Uf!” demiyor, iki dakikada çözüp geliyorum. Zorluklarla, insanları tanımayı öğrendim. On yedi yaşında üniversite için ülke dışına gittim. Yıllarca çalıştım. Otuz bir yaşında eve döndüğümde annemle babama yaptığım isyan şuydu: “Dışarıdaki insanların bizim evdekilere benzemediklerini niye söylemediniz? Niye ben on iki sene kandırıldım, dolandırıldım? İnsanların yalan söyleyebileceğini, dolandırabileceğini, kandırabileceğini bize neden öğretmediniz?” Kızgındım çünkü çocuk yaştan itibaren bir çeşit gizli koruma altında, akrabalarımın yanında çalışmamış olsam, belki insanların çeşitli yönlerini daha iyi tanıyacaktım. Patronun akrabası olarak çalışınca, diğer işçilerden olumsuz bir şey görme şansım da yoktu. Böylece Kıbrıs Adası’ndaki küçük bir köyden çıkıp bir anda İstanbul’a gitmiş gibi oldum. İsyanım bunun içindi. Ne zaman ailemden uzaklaştım, o zaman dünyayı gördüm. Lütfen çocuklarınıza beş altı yaşına kadar edep, görgü verin, güzel cümleleri öğretin. Korku salmayın. Söz dinlesin diye “Canavara vereceğim! Evden atacağım!” gibi şeyler söylemeyin. Evde kendini güvende hissederse bağışıklık sistemi çok güçlenir. Bülent Gardiyanoğlu’nun “Kendini Ertelemekten Vazgeç” Kitabından alınmıştır.
: / :